Cehalete Vurulan Darbe: “Okumak”

Dr. Murat Gülnar’ın Furkan Nesli Dergisi’nin 90. sayısında yer alan, Cehalete Vurulan Darbe: “Okumak” başlıklı yazsını istifadenize sunuyoruz.

Cehalete Vurulan Darbe: “Okumak”
23 Kas 2018 14:50:42

“Cehaletle zafer elde edemeyiz. Ancak; dini, dünyayı ve ahireti kuşatacak bir ilimle ancak zafer elde edebiliriz.” İslam Dünyası’nın bugün içinde bulunduğu geri kalmışlığı yani durumumuzu özetleyen bir sözle konuya giriş yapmak istedim.

Maalesef Müslümanlar geri kalmışlıklarının faturasını çoğunlukla dine (İslam’a) çıkardılar ve her fırsatta dine ve dini değerlere sataşarak, dinden uzaklaşarak yükselebileceklerini, Batı’yı taklit ederek teknolojisini yakalayacaklarını ve hatta Batıyı geçeceklerini düşündüler. Bunu yaparken Batının teknolojisinin ilmini de almadılar, yükselişi onların kılık-kıyafetini almada, kültürlerini benimsemede, onlar gibi yaşamada zannettiler. Bu amaçla kılık-kıyafeti, harfleri değiştirdiler, maddi kalkınma hamleleri yaptılar, dünyaya onların gözlüğüyle baktılarsa da beklenen kalkınma ve yükselme gerçekleşmedi. Batılı olamadılar, Doğulu (Müslüman) kimliklerini de kaybettiler, bu hal üzere bocalayıp durdular. Geçmiş kimliğimizden (dinden) sıyrılırsak medeni seviyeleri yakalayabiliriz düşüncesiyle çıktıkları bu yolda eskisinden daha geri durumlara düştüler. Gelinen noktada okuma-yazma ve ilmi çalışmalar açısından dünyanın geri kalmış ülkeleri içinde kalmaktan, 3. Dünya ülkeleri ile birlikte anılmaktan kurtulamadılar. Neticede yanlış teşhisler beraberinde yanlış tedavileri doğurdu.

Elinde kurtuluş reçetesi (Kur’an ve Sünnet) olan fakat o reçeteye göre kendisine lazım olan ilaçları yapamayan, Üstad Mevdudi’nin deyimiyle reçeteyi panoya asmış ve sadece onu okuyan ama o reçetede yazılı olan talimatlara uymayan hasta gibiyiz. Kur’an eczanesinden toplumu kurtaracak reçeteyi sunacak olan aydın/âlim çevreler de maalesef Batı’nın (özellikle müsteşriklerin) elimize tutuşturduğu sahte reçetelere yöneldiler, toplumun yaralarını daha da derinleştirdiler.

Elbette ki her dönemde sahih reçeteye başvuran, toplumu aydınlatmak için gece-gündüz çalışan aydın-âlimler olmuştur fakat bunların sayıları çok azdır. Bu kimselerin sesi, ellerinde yönetimin ve medyanın gücünü bulunduranların yanında çok cılız kalmıştır veya samimi kişiler toplum nezdinde hâkim güçler tarafından itibarsızlaştırılmıştır. Meydan, Batı’ya hayran olan, İslam’ın köklerinden uzaklaşmış, toplumu Batı’nın perspektifiyle dizayn etmek isteyen aydın/âlimlere (!) kalmıştır. “İslam dünyası –hassaten de Arap Âlemi- uzun zamandan beri ilmi sahadaki liderlik ve yöneticilik mevkiini ve fikri istiklâlini kaybederek, Arap dili ve Edebiyatında ve hatta tefsir, hâdis ve fıkıh gibi dini ilimlerde Avrupa’nın çömezi ve sofrasının asalağı haline geldi. Müsteşrikler (oryantalistler), tetkik ve etütlerde, te’lifat ve tenkidlerde en selâhiyetli (yetkili) mürşidler ve yöneticiler durumuna geldiler.”

Her sene eğitim-öğretimin başlangıcında yapılan konuşmalarda veya ilgili haftanın Cuma hutbelerinde sıklıkla başvurduğumuz: “Efendim! Dinimizin ilk emri “oku” değil midir? Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” gibi cümlelerle başlayan, bolca ayet ve hadislerle süslenen konuşmalara rağmen, toplumun özellikle de yeni neslin eğitimi konusunda ciddi zaaflarımız olduğunu itiraf etmek durumundayız. Son 16 yılda 6-7 kez Milli Eğitim Bakanı’nın değişmesi bile bu konuda yeterli bir göstergedir. Dünya ülkeleri içerisinde okuma oranlarımıza bakacak olursak halimiz gerçekten içler acısıdır: “En fazla kitap okuyan ülkelerin başında %21 oranında İngiltere ve Fransa geliyor. Onları Japonya %14, ABD %12 ve İspanya %9 ile izliyor. Türkiye %0.1 (Binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor. Okuma oranımız çok düşük olmakla birlikte okuyanların da yüzde 65’i aşk, yüzde 24’ü siyasi, yüzde 13’ü düşünce, yüzde 7’si kişisel gelişim kitapları okuyor. Bu oranlar bile okuma konusunda kendimizi geliştirici, fikri kitaplara yönelmediğimizi, daha çok kolaycılığa ve bizi yormayacak kitaplara yöneldiğimizi gösteriyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmaya göre, (ülke genelinde ve ülke ortalamasında) günde 6 saat televizyon izleyen (daha çok magazin/eğlence, dizi ve yemek programları gibi), 3 saat internete giren Türk insanı, kitap okumaya sadece günde 1 dakika ayırıyor. Kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alıyor.”3 Ülkemiz yetkililerinden biri katıldığı bir kitap fuarında adeta bu durumu itiraf ediyor: “Türkiye’de kitap okuyanların oranı, bir çalışmaya göre binde bir gibi son derece zayıf. İnşallah bu fuar bize kitap okumayı aşılamaya, daha çok kitap okumamıza zaman ayırmamıza vesile olur. Vatandaşlarımız televizyon seyretmeye, internete günde ortalama 8-9 saat ayırıyorken, kitap okumaya bir dakika ayırıyormuş, vahim bir şey… Batı’da metroya, otobüse bindiğiniz zaman insanların harıl harıl kitap okuduğunu görürsünüz. Kitaba da para harcamıyoruz. Norveç’te bir vatandaş yıllık ortalama 137, Almanya 122, dünyada ise 1,3 dolar kitaba harcarken Türkiye’de 25 cent harcıyor (1/4 dolar). Medeniyetimiz, inancımız okumayı, öğrenmeyi teşvik ve talep ediyorsa da gelin görün ki bizim bu durumu iyileştirmemiz lazım…”4 Böyle bir toplumdan ilme rağbet, âlime hürmet beklenebilir mi? Bu toplumun gelecek kuşakları, mesleklerini seçerken aydın/âlim olmayı isteyebilir mi?

MÜSLÜMANLARIN CAHİL KALMASINDA KÜRESEL GÜÇLERİN ETKİSİ

Müslümanlar 1. Dünya Savaşı’nda ümmeti kaybedince Ortadoğu’da ulus devletleri oluşturuldu ve her birinin başına da krallar getirildi. Toplumu ancak bu şekilde zapt edip pasifize edebileceklerdi. Yaklaşık 60-70 yıl bu şekilde devam edildi. Sonrasında bölgeyi dünyanın değişen şartlarına göre yeniden yapılandırmak için 1957’de (bazılarına göre daha eski) BOP ortaya atıldı. Bu proje, ABD’nin Ortadoğu’nun kaynaklarını sömürebilmek ve aynı zamanda bölgeyi İsrail için bir tehdit oluşturmayacak şekilde düzenlemek için ortaya attığı bir projedir. Güya bu proje bölge insanlarının hayrınadır, onlar için barış ve demokrasi vaat etmektedir. Bununla zaten 1. Dünya Savaşı sonrasında ulus devletlerine bölünmüş olan ümmeti daha küçük lokmalara bölmek, İsrail için bölgeyi güvenli hâle getirmek, Müslüman nüfusu bir bahane ile savaştırarak azaltmak, bölgenin kaynaklarını sömürmek amaçlanmaktadır. Bir yandan birbiriyle bağlantısı kopmuş olan ülkelerin ümmet anlayışına sahip olmaları engellenirken diğer yandan her birinde var olan krallık/diktatörlük ile o toplum dizayn edilmekte, her türlü ilmi ve fikri gelişmesi engellenmektedir.

En başta yöneticilerin âlimlerin görüşlerine ve onlarla yapılacak istişarelere ihtiyacı olduğu aşikâr iken tek adamlık rejimlerle bu durum engellenmiştir. Tek adam rejimlerinin halka yaptığı zulümler artınca halkla yönetim arasında kopukluk meydana gelmiş, dolayısıyla hanedan sırtını hâkim güçlere dayayarak koltukta kalmayı başarmıştır. Geçenlerde ABD Başkanı Trump’un söylediği söz bunu destekler niteliktedir: “Kral Selman’a dedim ki bak kral! Biz seni desteklemezsek iki hafta o koltukta kalamazsın.” Gerçekten de doğru bir sözdür, bölge kralları koltukta kalmalarını ABD’ye borçludur. Artık bu borçlanmanın bedeli neyse koltuk uğruna ödemek zorundadırlar.

Saltanatın/tek adamlığın olduğu ve hiçbir şekilde denetlenemediği ülkelerde tüm gelişmeler (ekonomik, sosyal, kültürel, ilmî) durağanlaşır, toplum güdülmeye hazır tepkisiz, fikirsiz, ruhsuz bir yapıya dönüşür. Şahsiyetli bireylerin sayısı giderek azalır, toplumda huzur kalmaz, insanlar birbirlerini ihbar eder, kavga ve kargaşa bitmez. O toplumdan fikir adamı, bilim adamı, şair ve edebiyatçı çıkması çok zordur. Örneğin Sovyetlerde Komünist İşçi Partisi Lenin önderliğinde daha fazla özgürlük ve halkların eşitliği sloganıyla çarlık rejimine karşı devrimi başarmış (1917’de) ancak getirilen daha baskıcı rejim insanların fikirlerini çarlık dönemine göre daha fazla dondurmuş, özgürlüklerini daha fazla kısıtlamıştır. Beklenilen ekonomik, sosyal ve ilmi gelişmeler gerçekleşmemiş eskisinden daha kötü olmuştur. 1917-1987 tarihleri arasında Sovyetler, ciddi düzeyde sanatçı veya edebiyatçı yetiştirememiştir. Dünya klasiklerine damgasını vuran Dostoyevski, Tolstoy, Gorki ve Puşkin gibi yazarlar çarlık dönemine ait sanatçılardır.

Musa Aleyhisselam, mucizeler gösteren büyük bir Peygamber olmasına rağmen mücadelesinin büyük bir kısmı Firavun’dan ziyade kendi kavmi olan İsrailoğulları ile olmuştur. Yıllarca Firavunî baskı sisteminde köleleşmiş ve kölelik iliklerine kadar işlemiş olan cahil toplumu değiştirmesi Musa Aleyhisselam’ın uzun yıllarını almıştır. Tüm bunlar baskının arttığı, fikirlerin susturulduğu ortamda yetişen toplumların geri kaldığını, sindirildiğini ve şahsiyet erozyonuna uğradığını göstermektedir. Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın yaklaşık dört sene önce yaptığı şu tespiti hatırlayalım: “Birileri ülkemizi Ortadoğu ülkesi gibi yapmak, özgürlüğümüzü daha da kısıtlamak istiyor. Birileri bugünkü özgürlüğümüzü bile bize çok görüyor” demişti. Hayırlı İslami faaliyetlerin engellendiği, vakıf ve derneklerin kapatıldığı, Müslümanlar için çemberin giderek daraltıldığı şu günlere gelindiğinde Hocamızın tespitinin ne kadar yerinde olduğunu daha iyi anlıyoruz.

İslam düşmanları ve küresel güçler üzerimizde ne gibi planlar yaparsa yapsın, ne gibi projeler üretirse üretsin bizim tarihimizde güzel örnekler var. Aslında ne zaman ve nasıl yükseldiğimizi, nasıl tekrar ayağa kalkabileceğimizi geçmişimize bakıp görebiliriz. Asr-ı Saadette ve İslam’ın hâkim olduğu diğer dönemlerde ilme, âlime ve fikirlerin gelişmesine ne kadar önem verildiğini, o günün İslam toplumunun nasıl gelişip yükseldiğini biliyoruz. Aynı kaynaklar elimizde olduğu hâlde yeterince okumuyoruz, okusak bile gereğince amel etmiyoruz ki bugün bu haldeyiz.

Gerek Kur’an gerekse hadisler ilme teşvik ederken, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kurduğu Suffa Medresesi, tâbiin ve tebe-i tâbiin döneminde hadislerin toplanması için yapılan zorlu yolculuklar (rıhle), âlimlerimizin bu ilmi mirası bize ulaştırmak için gece-gündüz verdikleri mücadele dolu hayatları ortada iken Müslümanlar olarak hâlâ gereği gibi okumuyorsak, ilme ve eğitime gereken değeri vermiyorsak, zulme, cehalete, gaflete ve tembelliğe razı oluyorsak bize yapılanlara müstehakız demektir. Ümmetin yeniden ayağa kalkması için okuyan, yaşayan ve anlatan, toplumun ıslahı için var gücüyle çalışan İslam davetçilerine ihtiyaç vardır.

Eğer bizler okumazsak, neslimize İslami eğitimin önemini anlatamazsak vaktini internette, TV dizilerinde, futbol sahalarında, eğlence mekanlarında geçiren bu nesli tamamen kaybederiz. Biz Müslümanlar görevimizi yapmazsak İslam düşmanları ellerindeki medya gücüyle, dini vicdanlara hapseden sözde din âlimleriyle, küresel plan ve projeleriyle neslimizi kontrol altına alırlar ve cehalet içerisinde daha uzun yıllar mahkûm kalırız. Bunun için gençlerimiz uzun soluklu eğitimi, okumayı göze almalılar, bazı İslami düşünürlerin haklarında söylediği şu anlayışı değiştirmeliler: “Müslüman dünyanın genç kuşağı İslam uğruna malını ve canını vermeye hazır; ne var ki, içlerinde yıllarını kapsamlı araştırmalar yapmaya, bir konuyu kotarmak ya da aydınlatmaya adamak isteyenler pek nadir.”5 Rabbim, sahih kaynakları okuyan, âlimlerin ilminden beslenen, okuduğunu evvela kendi nefsinde yaşayan ve gerek hâl ile gerek sözle bildiklerini anlatan kullarından olmayı bizlere nasip etsin. Âmin.



0 Yorum

Yorum Yaz