Dünyadaki Mahşer: Çanakkale

Furkan Nesli Dergisinin Mart-2017 sayısında "Dünyadaki Mahşer: Çanakkale" başlıklı bir yazı ile imanın zaferi Çanakkale'den bazı kesitlere yer verilmişti. Zaferimizin 103. Yıl Dönümünde bu yazıyı sizlerle paylaşıyoruz...

Dünyadaki Mahşer: Çanakkale
18 Mar 2018 11:19:27

“Bir anda dışarıda koşuşma başladı; eski askerler, 
“Sai geldi! Sai geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (…) 
Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince: 
“Sai gelmiş İzmir’in köylerinde dolaşır. Askerlere gönderilecek 
mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir” dedi.

Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir 
gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
Mehmet oğlu Kara Ali!? -Cennet-i A’lâ’da!.. dediler.

Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı: -Kadir oğlu Hüseyin!.. -Şehit!.. -Şehit!.. dediler.
Onu da diğer göze attı; bu defa işlenmiş bir mendil çıkardı:
-Hasan oğlu Rafet!?
Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
-Hasan oğlu Rafet!?
Tanıyanı bile kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti…
Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargâha girdi. Onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı.
-Musa oğlu Muharrem!?…

1 MECİT BORÇ…

Kocadere köyünde büyük bir “Sargı Yeri” kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor… 
Bunlardan biri Çanakkale Lâpseki’nin Beybaş köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından; “Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım. Arkadaşıma ulaştırın…” 
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur; “Ben… Ben köylüm Lâpsekili İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin” Komutanı; “Sen merak etme evladım” der, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit düşer ve son sözü de “Söyleyin hakkını helal etsin” olur… 
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan gözyaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır… Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz…

“Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim”

‘BAŞIMI KIBLEYE ÇEVİR’

“İngiliz donanması Saroz’dan top atışları ile bize son derece ağır kayıplar verdiriyordu. Böyle bir atıştan sonra, aynı birlikte silah arkadaşım Recep Eniştemin iki ayağı kopmuş çalıların üzerinde gördüm, henüz sağ idi. Yanına kadar gidebildim. Onu o vaziyette görünce ağlamaya başladım. Henüz ruhunu teslim etmeyen Recep Eniştem: “Kardeşim niçin böyle ah edip ağlarsın, benim ciğerimi dağlarsın! Onun kazası geri çevrilmez ve hükmüne mani yoktur. Elimizden ne gelir. Arzuladığım savaş yolunda oldu. O saadet bana yeter! Sen sağ kalırsan, anamın elini benim için de öp! Emzirdiği sütleri helal etsin!” dedikten sonra; “Başımı kıbleye doğru çevir!” diyebildi… Ruhu çoktan uçmuştu…

İNSANLIK DERSİ

Savaşta bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra hatırasında şöyle diyor: “Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık: “Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?” Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi; “Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı bir şeyler söyledi. Anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün…”
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtığı anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşları hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler…”

‘BABAN GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA…’

Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Akalp) Dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı ve devam etti: 
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvây-i Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti. Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve:
– Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha!
– Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha!
– Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha!Derdi. Anam babamı bekledi durdu… Büyüdüm, dükkân açtım. Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha!” diye eklerdi. Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha!” diye tembihlerdi.Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti. “Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek: “Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”



0 Yorum

Yorum Yaz