Öncü Şahsiyet: Ömer Muhtar

Öncü Şahsiyet: Ömer Muhtar
11 Oca 2016 08:03:59

Ömer Muhtar ismi çoğumuz tarafından, ünlü aktör Anthony Quin’in başrol oynadığı Lion of The Desert(Çöl Aslanı)(1981) adlı film sayesinde tanındı. Bu filmi ilk defa ilkokula giderken izlemiş, filmin sonunda onun acıklı şehadetine çok üzülmüş ve fakat bu ulvi şahsiyete karşı ta o yaşımda büyük bir sevgi duymuştum. Bu sevgim ilerleyen zamanlarda gitgide arttı. Öyle ki, Çöl Aslanı filmi en fazla izlediğim bir film olduğu gibi, Ömer Muhtar da, 20.yy’da en sevdiğim simaların içinde hep zirvelerde oldu. İnternette uzun zamandır ondan bahseden bir yazı hazırlamak arzusundaydım. Zira maalesef İslami sitelerde kendisi hakkında kâfi hiçbir bilgi yer almamakta… Hâlbuki bu gibi zatların hayatları ve şahsiyetlerini gelecek nesillere misal olarak sunmak bir vecibedir. Çünkü insanlar örnekler görmek isterler ve onlara kendi kahramanlarınızı sunmazsanız, başkaları bu boşluğu kendi örnekleri ile doldururlar. İnşaallah bu kısa çalışma bir nebze ihtiyaca cevap verici olur. Saygılarımla. Salih Okur

DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU

Ömer Muhtar, 1862 yılında (bazı kaynaklara göre 1858) Libya’da Defne bölgesinin Batnan kasabasında dünyaya geldi. Mensubu olduğu Münifiye kabilesi izzet ve şerefiyle meşhur bir topluluktu. Babası Muhtar, mertliği, cesareti ve güçlülüğü ile tanınmış kahraman bir şahsiyetti. Annesinin ismi Aişe binti Muharib’tir. Küçük Ömer, ilk eğitimini muhterem pederi Muhtar’dan aldı. Babası, 1878 yılında hac vazifesini ifa için Hicaz’a giderken Ömer ve kardeşi Muhammed’i yakın arkadaşı Seyyid El Giryani’ye emanet etti. Muhtar’ın Hac sırasında vefatı üzerine onun ve kardeşi Muhammed’in yetişmesini baba dostu Seyyid el Giryani uhdesine aldı.
İki kardeş Cağbub’taki İslami Bilimler Akademisine kaydoldular. Ömer Muhtar burada 8 yıllık köklü bir dini eğitim aldı. İlmi tahsilinin yanında çeşitli sanat dallarında da kendisini yetiştirdi. Marangozluk, demircilik, ziraatçılık, duvar ustalığı gibi el becerilerini elde etti. Aynı zamanda usta bir binici olarak ün saldı. Cağbub’taki okul arkadaşları onu son derece ciddi, üzerine düşen yükümlülükleri zamanında yerine getiren, istikrarlı bir yaşam süren bir şahsiyet olarak anlatmaktaydı. Kısa zamanda arkadaşları arasında liderlik vasıflarıyla temayüz etti. Gür sesi, üstün zekâsı, güzel konuşması sürekli ilgi odağı olmasına, etrafındaki kişilerin sözlerine kulak vermelerine yol açtı. Mütevazı yaşantısı, servet peşinde koşmaması, onu saygın bir şahsiyet haline getirdi. Bundan dolayı “Sidi Ömer” diye anılır oldu.(Saygıdeğer kişilere denilen bu hürmet ifadesi, şark vilayetlerimizdeki “Seyda” tabirini hatırlatıyor.)

ÜSTLENDİĞİ GÖREVLER

Ömer Muhtar’ın ağırbaşlığı ve saygın kişiliği kendisine önemli görevler verilmesini sağladı. Cağbub Üniversitesinin temsilcisi olarak Mısır ve Sudan’a gönderildi. Çeşitli heyetlere başkanlık yaptı. Kabileler arasında anlaşmazlıkların çözümünde arabulucu olarak görev aldı. Böylece kabilelere ve yaşam tarzlarına iyice muttali oldu. Cağbub üniversitesinde ihtisasını tamamladıktan sonra Kasur zaviyesinin başına getirildi. Daha sonra güneydeki Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğine atandı. Gayret ve çabaları ile bu bölgeye Fransız işgal güçlerinin girmelerini engelledi. Daha sonra tekrar Kasur zaviyesi imamlığına getirildi. Bu vazifesini İtalyan’ın Libya’ya saldırdığı 1911 yılına kadar sürdürdü.

İTALYA’NIN LİBYA’YA SALDIRMASI

Batılı devletlerinin sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya, uzun zamandır Libya topraklarına göz dikmiş, fakat asrın en siyasi padişahı Abdülhamid-i Sani hanın dirayetli idaresi sayesinde buna fırsat bulamamıştı. Abdülhamid’in bir avuç sergerdan tarafından alaşağı edilmesi ve yeni gelen idarenin beceriksiz ve acemi davranışları İtalya’ya beklediği fırsatı verdi. Mısır’ın İngiliz işgalinde olması, Osmanlı devletinin deniz gücünün neredeyse olmaması vs gibi sebeplerden dolayı Libya’yı kolay bir lokma gibi gören İtalyanlar 27 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar.

İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergiledi. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldı. Savaş çıkmaza girdi. Balkan harbinin başlaması ile İtalya ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı devleti’nin zaten az sayıda olan kuvvetlerinin çekilmesi ile Libya halkı zalim İtalyan güçleri ile baş başa kaldı. Bu sırada umum Senusi mücahidinin başı Seyyid Ahmed eş Şerif es Senusi idi.
Ünlü gazetececi ve mütefekkir Merhum Muhammed Esed, Seyyid Ahmed için şunları söylemektedir: “Kuzey Afrika’nın sömürgeci yöneticilerine hiçbir isim onun ki kadar uykusuz geceler geçirtmedi. Hatta ondokuzuncu yüzyılda Cezayirli kahraman Emir Abdülkadir’in veya Fransız yönetiminin başına büyük belalar açan Faslı Abdülkerim’in ismi bile…”
İtalyan güçlerini kıyıya sıkıştıran mücahidler son darbe için hazırlık yapıyorlardı. Kendisine yapılan barış tekliflerini elinin tersi ile iten Seyyid Ahmed şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul eden bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olacaktır. Şimdiki gibi binlerce, milyonlarca sadık mücahid bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle, bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem”
Tam bu sırada Senusi hareketinin ve de Libya halkının kaderini etkileyecek bir hadise zuhur etti. Avrupa kâfir zalimleri bir menfaat çekişmesini sonunda kanlı bir savaşa dönüştürdüler, Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. İttihat Terakki denilen, ama tam da isminin tersiyle müsemma maceracı kadro yüzünden Osmanlı devleti de kadim dostu(!) Almanya ve Avusturya-Macaristan yanında bu kan deryasına girdi.
Seyyid Ahmed bu savaşa girme taraftarı değildi. Zira Libya’nın tek yardım kapısı olan Mısır’da hareketlerine göz yuman İngilizlere hücum etmek intiharla eş anlamlıydı. Osmanlı devlet erkânının planı ise, Mısır üzerine yapılacak kanal harekâtında, Senusi güçlerinin Libya tarafından vurmasıyla İngilizleri Mısır’da boğmaktı. Senusi kamplarına gelen Osmanlı subayları Seyyid Ahmed’i iknada çok zorlandılar. Almanya’nın gücünü, Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesi ile mücahidlerin Libya’da rahat bir nefes alacağını izah etmeye çalıştılar. Fransız ve İtalyanlar’la birlikte bir üçüncü cephe açmak istemeyen şeyh, sonunda gittikçe artan ısrarlar karşısında kerhen de olsa, Senusi mücahidlerine İngiliz hududuna saldırı emrini verdi. İngiliz güçlerinin şaşkınlığı sebebiyle hızlı bir ilerleme gösteren Senusi kuvvetleri, İngilizlerin karşı hücuma geçmesi ile ağır kayıplara uğrayıp, Trablus’un iç kesimlerine çekilmek zorunda kaldılar. Öte yandan, Süveyş kanalı civarında Cemal paşa emrindeki Osmanlı birliklerinin başarısız harekâtları bütün planları suya düşürdü. Ve bu anlamsız hücum Senusilerin Mısır erzak yolunu tehlikeye düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı. Senusi şeyhi bu ağır yenilgiden sonra bir kere daha Osmanlı devlet adamlarının iknasına boyun eğdi ve halifenin çağrısı üzerine mücadeleyi yarıda bırakarak bir denizaltı ile payitahta geldi ve 1933’te vefatına kadar bir daha Libya’yı göremedi.
İstanbul’da büyük şâşâ ile karşılanan, yoğun ilgiye mazhar olan bu büyük mücahidi daha sonra Kuva-i Milliyeye destek için Anadolu’yu karış karış gezerken görüyoruz. (Seyyid Ahmed’in hayatı için bak. Muhammed Senusi-Kadir Özköse-İnsan yayınları-İstanbul-2000)
Seyyid Ahmed’in ayrılması ile yerine Seyyid Muhammed İdris geçti. Bu sıralar İtalya büyük çalkantılar içindeydi. 1922’den itibaren Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İtalya’da egemenliği ele geçirmesi Libya üzerindeki kara bulutların daha da artmasına sebep oldu. İtalya’yı Roma imparatorluğu devrindeki azametine döndürme hülyaları kuran İtalyan “Duçe”si, Trablusgarb’taki direnişin ezilmesini, Senusi mukavemetinin kırılmasını birinci öncelikli iş olarak görüyordu.
Evvel emirde İdris Senusi ile yaptıkları tüm anlaşmaları fesheden İtalyanlar 1923 yılında ikinci işgallerine başladılar. Merhum Muhammed Zuvay’ın ifadesiyle “eline kılıçtan çok kalemin yakıştığı” Emir İdris ise beklenen İtalyan saldırısı öncesi Libya’yı terk ederek Mısır’a yerleşti. Yerine kardeşi Muhammed Rıza ile amcazadesi Seyyid Seyfeddin’i vekil bıraktı. Fakat onlar da, kendisi gibi, cihadın yükünü ve liderliğini yapabilecek şahsiyetler değillerdi. Ani İtalyan baskını ile bir an afallayan Mücahidler, kısa bir süre içinde bir büyük liderin etrafında toparlandılar. Daha önceki muharebelerde askeri dehası ile Osmanlı subaylarının dahi dikkatini çeken ve bir Senusi liderinin “Onun gibi on insan olsaydı, bize yeterdi” dediği bu kahraman; Ömer Muhtar’dı.
 

ÖMER MUHTAR’IN HAREKETİN LİDERLİĞİNİ ÜSTLENMESİ
 

Ömer Muhtar direnişin liderliğini üstlendikten sonra emrindeki kuvvetleri 100–300 silahlı atlı ya da yaya olarak küçük gruplar halinde organize etti. Bu güçler birer vurucu tim şeklinde idi. Çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri ile İtalyan askeri kollarına, nakliyelerine, karakollara baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı.
Ömer Muhtar emrindeki güçler ile İtalyan kuvvetleri arasında 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla muharebe, iki yüzden fazla küçük ölçekli çatışma cereyan etti. İtalyanların savaştığı sadece organize edilmiş bir kısım Senusi birlikleri değildi. Topyekûn Libya halkına karşı savaşıyorlardı. Tam bir abluka ve çember içindeki halk bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi.
Ömer Muhtar hareketin merkezi olarak karargâhını Calu vahasının Cebel-i Ahdar (Yeşil dağ) bölgesine kurdu. Her başarılı lider gibi Sidi Ömer de istihbarata çok önem vermekteydi. Korkuyu, kaçışı akıllarından silmiş bulunan Senusi kuvvetleri İtalyan garnizonları arasında mekik dokumaya başladılar. Hatta bedevi çoban kılığına girerek İtalyan birliklerinin arasında dolaşmakta ve onların hareket stratejilerini daima kontrol etmekteydiler. Senusilerin giriştikleri çarpışmalar belirsiz ama yaygın bir hal arz etmekte, saldırılar akıl almaz bir halde sürmekteydi.
İtalya’nın Sireneyka valisi Teruzzi, İtalyan birliklerinin içine düştüğü çıkmazı şöyle anlatmaktaydı: “İtalyanların, Senusiler karşısındaki askeri üstünlükleri beş para etmemekteydi. Çünkü savaştığımız güçler düzenli bir ordu değildi. Karşı güçler bir insicam içerisinde hareket etmekteydi. Güçler aynı pozisyonda olsa, ayaklanmaların bastırılması söz konusu olabilirdi. İtalyan birliklerinin çoğu hep savunma durumunda kaldı. Senusilerin direnişi karşısında 5000–10.000 kişilik ordularımız başarılı olamamaktaydı. Çünkü mücahidler hiçbir kayıt ve engel tanımamaktaydılar. Zaten kaybedecekleri neleri kalmıştı ki? Onlar için, esaret ölümden daha beterdi. Yaşadıkları topraklarda boyunduruk altında bulunmayı zül saymaktaydılar. Bugün bir yerde ortaya çıksalar, yarın 50 km ötede, ertesi gün 100 km ötede gün yüzüne çıkarlardı. Bir ay ortadan kaybolur, bir süre sonra masum bedevi kılığına girdikleri olurdu. Ya da ormanlıklara dalarak izlerini kaybettirirlerdi. Küçük gruplar halinde bulunan, yakalanması mümkün olmayan, çevik, atak, hızlı hareket eden bu ateş parçalarına karşı güçlü askeri birliklerin ne anlamı vardı ki… Gündüzleri biz İtalyanlar, geceleri Senusiler hâkim oluyordu.”
Mücahidlerin kesin başarısı için iyi bir teşkilatlanma gerekiyordu. Bu da bir kısım ekonomik ve askeri yardımlara vabeste bir durumdu. Ömer Muhtar bir ara bunu temin için gizlice Mısır’a gitti. İdris Senusi ile bir takım görüşmelerde bulundu. Ancak İdris, Mısır ve İtalyan hükümetlerinin arasını açmamak için böyle bir yardım için kılını kıpırdatmadı. Mısır’da rahatça yaşamayı, dağlarda İtalyanlara karşı bin bir türlü çile içerisinde verilen mücadeleye tercih etti.(Daha sonraları, çilesini çekmediği davanın meyvesini yemek için, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Libya hükümetinin kralı oldu. Fakat kısa bir süre sonra Albay Kaddafi’nin darbesiyle devrildi…)
Ömer Muhtar’ın Mısır’da olduğunu öğrenen İtalyan gizli haber alma örgütü, onun barış masasına oturması için ikna etmek üzerine bazı ajanlarını Mısır’a gönderdi. Bu ajanlar Sidi Ömer’i Mısır’da bulup ona kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer cihad hareketinden vazgeçer ve teslim olursa kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, bu büyük dava adamından tarihi bir şamar yiyerek elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Şöyle kükremişti Çöl Aslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”
İdris es Senusi ile yaptığı görüşmelerden ümidini kesen Ömer Muhtar Mısır’lı Müslümanların kısmi yardımlarını alarak, beraberindeki heyet ile Cebelü’l-Ahdar’a döndü. Dönüş yolunda İtalyanlar tarafından planlanan bir suikast da başarısızlıkla sonuçlandı.
1 Şubat 1924 tarihinde Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta haklı olarak şunları ifade ediyordu: “Selamdan sonra… Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ızdıraplı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken, İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terk edildik.
Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak… Sübhanallah… Tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terk edip gidiyorsunuz?
Mısır’a, İdris’in yanına vardık. Ondan yardım istedik. Fakat bize, “gidin, kendi başınızın çaresine bakın, bizim size yapabileceğimiz hiçbir yardım yoktur” diye bizi eli boş gönderdi. Yanaklarımızı sulayan acı gözyaşlarımızla, Mısır’dan cephemize döndük. Ancak şunu iyi biliniz ki, biz Allah’a tevekkül ederek vatanımıza geri döndük ve kanımızın son damlasına kadar dinimizi, vatanımızı ve canlarımızı savunarak asla düşmana teslim olmamak üzere ahdettik.
Ancak yine de birçok şeye muhtacız. Özellikle silah, sonra para, yiyecek ve giyeceğe şiddetle muhtacız. Yardımcımız Allah’tır, Allah… Acele edin… Yardımda süratli davranın, imkânınız ne elverirse, az veya çok demeyin.” Mücahidler bin bir yokluk içinde kıvranırken, işgal güçleri, modernize olmuş birlikleri ile artık kesin bir darbe için hazırlanıyorlardı. Kuvvet dengesi olmayan bu çirkin savaşta İtalyanlar için her şey mübahtı. Direniş güçlerinin halktan yardım görmelerini engellemek için bölgedeki hayvanlar telef edilmekte, mahsuller, ürünler zarara uğratılmakta ve ormanlar yakılmaktaydı. Zaten Batı’nın insaniyetperver maskesi altındaki yüzü hep böyle olmuştur. Fransa’nın Cezayir’de, İngilizlerin Hindistan’da, Moskof’un Kafkas ve Türkistan savaşlarında ve Asyanın diğer münafıklarının, Avrupa’nın kâfir zalimlerinin sultası ve işgali altındaki diğer memleketlerde hep aynı utanç tabloları yaşanmıştır.
Hani dev şairimiz enfes bir şekilde der ya: “Gösterdiği vahşetle “bu bir Avrupalı” dedirtir, hırs yoksulu sırtlan kümesi…” Bu şablon sömürgeci bütün devletlere aynen oturmaktadır. Onlara göre bir batılı efendi vardır, bir de onun medeniyet getirmesine muhtaç, zavallı üçüncü dünya halkları. Bugün de durum pek farklı değildir.
İtalyanlar bu ikinci işgal döneminde hava kuvvetlerini ve zırhlı araçları azami bir şekilde kullandı. Bu da mücahid kayıplarının giderek artmasına sebep oluyordu. Ormanlıkların ateşe verilip, ortadan kaldırılması sonucu, gerilla güçlerinin seyri kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelmişti. Gözü dönmüş faşist güçler sadece 1923–1929 yılları arasında 141.766 küçük ve büyük baş hayvanı katlettiler. Yine bu yıllar şehid edilen mücahid rakamı İtalyan verilerine göre 4329’du.
Fakat bütün önlemlere rağmen Libya halkının direnişi, Senusi mukavemeti kırılamıyordu. Roma hükümeti beş sene içinde Sireneyka’ya beş vali göndermek zorunda kaldı; Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Siciliani ve son olarak meşhur Graziani…


ÖLÜM KALIM SAVAŞI

İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahidler inatçı bir direniş sergilediler. Çatışmaların dozu gün gittikçe arttı. Bazı araştırmacılar sadece 20 aylık bir zaman diliminde Senusi güçleri ile İtalyan ordusu arasında 263 çarpışma geçtiğini belirtmektedirler ki, bu da mücadelenin şiddeti konusunda bize bir fikir vermektedir.

İtalyan kuvvetleri ilk yıllarda ciddi kayıplara uğradılar ve mücahidîne karşı bir üstünlük sağlayamadılar. Mesela Haziran 1923’de Sirte’de meydana gelen bir çatışmada Faşist güçler 13 subay ve 300 asker kayıp verdiler. Genel itibarıyla mücahidler karşısında perişan olan İtalyanlar, hınçlarını masum halktan çıkarıyorlardı. Bu ise direnişe olan desteğin gittikçe artmasına sebep oldu ve Mussolini’nin dediği gibi “Siri, yeşil bitki örtüsüyle kan rengine bulandı.”

1927 yılı mücahidler için zaferlerle dolu olarak geçti. Mart ayında İtalyanların 7 taburundan 50 askeri araç pusuya düşürüldü. Üç yüzden fazla İtalyan askerinin öldürüldüğü bu çatışma ile alakalı İtalyan General Mezetti şöyle demektedir: “Mart 1927’de gerillalar bize karşı önemli bir başarı kazanmıştır. Toplam 1200 piyade ve 400 süvari gücüyle, Kaulan-Gerrari-Maaua-Gerdes Abid boyunca uzanan hatlarımızı yararak Cebelü’l Ahdar’ın merkezini ele geçirdiler. Cebel’den Bir Gandula, Sira, Kasr Benigdem, Gergerumma ve sahile kadar uzanan karakollarıyla bizim işgal kuvvetimizi iki kısma böldüler. Kuf bölgelerinde 200 faal asker gerillaların emrinde bulunuyordu.”

Yine bu dönemdeki çatışmalarda mücahidler pek çok düşman uçağını düşürdüler, çok sayıda üst rütbeli subayı öldürdüler ve fazla miktarda cephane ve topu ganimet olarak kazandılar. Buna karşı İtalyanlar da yeni tedbirler düşünmeye başlamışlardı. Öncelikle cepheyi içten çökertmenin yollarını aradılar ve kesenin ağzını açtılar. Böylece 13 tane kabile şeyhini satın aldılar. Bu işlerin gerçekleşmesinde Ömer Muhtar’ın çocukluk arkadaşı, Senusi davasına ihanet eden Senusi şeyhi Şerif el Giryani önemli bir rol oynadı.

CEPHEDE SARSINTI

Savaşın gittikçe uzaması, katliam ve kıtlığın insanları telef etmesi, İtalyanların bazı kabile reislerini vaatlerle kandırması mücahit cephesinde bir karışıklığa sebep oldu. Bazı kabile şeyhleri Ömer Muhtar’a İtalyanlara teslim olmasını ve bölgelerinden çekilip gitmesini, aksi takdirde kendisi ile savaşacaklarını ilettiler. Böyle tehlikeli bir vaziyette metanetini elden bırakmayan Ömer Muhtar bütün kabile reislerini umumi meşverete davet etti.

Kasr el Mecahir’de akdedilen geniş çaplı toplantıda herkes özgürce reyini ortaya koydu. Ortamın alabildiğine gergin ve elektrikli olduğu bir anda Sidi Ömer, sürekli cebinde taşıdığı küçük mushafını çıkararak elini onun üzerine koydu ve tarihe geçen şu mükemmel sözlerle herkesi susturdu: “Vallahi, Ya zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.” Liderin bu kesin azmi ve kararlılığı karşısında teklif sahipleri özür dilediler ve bu toplantı büyük bir vahdet havası içinde sona erdi.

MÜCAHEDE VE MÜCADELE BERABER

Ömer Muhtar da kendisi gibi olan diğer büyüklerimiz gibi cihadla, nefis muhasebesini birbirinden ayırmamıştır. Bugün Müslümanların en çok kaybettikleri noktadır bu. Yani, dini bir bütün olarak ele alamama, yaşayamama… Sosyal aktiviteleri öne çıkarıp, kalb hayatını ihmal etme veya tam tersi olarak, zühd ve takvayı esas tutup, kendi kozasında yaşama, tebliğ ve davet fonksiyonunu ihmal etme. Mühimsediğim bu konuda zamanımızın bir tabibinin şu sözlerini istidradi olarak nakletmeden geçemeyeceğim: “Gece evradında kusur yapan insan, çok ciddi kusur yapıyor demektir. Fikren İslam ilimleriyle kendini donatmayan, kitap okumayan kimse, diğer yanları çok mamur olsa bile, çok ciddi kusur içindedir. Büyük gedikler vardır hayatında. Bu insan elinde kılıç, bir ay atın üzerinden inmese, cihad yapsa bile, fakat hayatında çok ciddi kusurlar vardır. O kusurlarını başka fazilet ve meziyetleri ile kapayamaz. O bir bütündür ve Kur’an’a bir bütün nazarıyla bakmak lazım. Kur’an bir bütün olarak İslamiyet’i bize takdim buyuruyor. Onun içinde zikir var, yani anma; kalben, ruhen, bedenen onu anma. Onun içinde fikir var; düşünme, bir düşünce insanı olma. Onun içinde ilim var; ilimle mamur olma. Onun içinde cihad var, mücadele var, say var, gayret var, emek var, çalışma var, helalinden kazanma var. Ve din adına propaganda var. Bunların hepsi yapıldığı zaman beş başı mamur bir Müslüman ortaya çıkacaktır.”

İşte Sidi Ömer bu konuda da gerçekten örnek alınacak bir şahsiyettir. O en şiddetli zamanlarda bile namazını ilk vaktinde eda ederdi. Kaynaklar onun çokça Kur’an okuduğunu, hatta her hafta bir defa hatim yaptığını naklederler.

Onun cihad arkadaşlarından Mahmud El Cehmi anlatıyor: “Uzun yıllar onunla bir arada yemek yedik, bir çadırda uyuduk, onun tam olarak sabaha kadar uyuduğunu bütün geceyi uykuyla geçirdiğini görmedim. İki-üç saat uyur, sonra kalkar, abdest alır, namaz kılar ve uzun müddet Kur’an-ı Kerim okurdu. Mükemmel bir ahlak ve huya sahip olup gerçekten bir takva timsali idi. O eşine az rastlanan bir mücahid idi.”

Yine silah arkadaşlarından Muhammed Tayyib el Eşheb de şunları yazmakta: “Ömer Muhtar’ı gayet iyi tanıyorum. Onu çok yakından tanıma imkânını buldum. Onun yanı başında aynı çadırda çokça uyudum. Allah rahmet eylesin, ondan çok şeyler öğrendim. Ben o zaman gençtim. O geceleyin erkenden kalkar, abdest alır, namaz kılar ve Kur’an okurdu. Sonra, o savaş günlerinin yorgunluğuna ve çok şiddetli kış günlerinin soğuklarına rağmen bizi uyandırır, abdest almamızı ve namaz kılmamızı sağlardı.”

Ona göre cemmü nefir(toplu seferberlik) zamanıydı. Ve böyle bir durumda cihad herkese ve her şeye tercih edilmeliydi. Yirmi yıl süren şiddetli harbin tesirinden biraz olsun kendisini kurtarması ve Hac farizasını yerine getirmesini iyi niyetle teklif eden bazı mücahidlere şu karşılığı vermişti: “Bu vatanı asla terk etmeyeceğim… Ölüm meleği gelip de ruhumu alana kadar bu bölgeden ayrılmayacağım. Bir hac sevabı hiçbir zaman din, inanç ve İslam topraklarını savunmanın kazandıracağı sevaptan daha çok olmaz.”

1931 Ocak ayında kendisiyle Libya’da görüşen, büyük mütefekkir merhum Muhammed Esed’in kısa bir süre güç toplamak için cihada ara vermesi ve Mısır’a geçmesi teklifine de şöyle cevap vermişti o çöl aslanı:“Ben ve adamlarım tutup Mısır’a gidecek olsak bir daha buralara geri dönemeyiz. Öyleyse, halkımı nasıl terk ederim, Allah’ın düşmanları onların canına okurken nasıl başsız bırakırım onları?”

ARTAN BASKILAR

İtalyanlar bir halk hareketi karşısında olduklarının farkındaydılar. General Mezzetti bir raporunda buna şöyle değiniyor: “Direniş buralarda tarihe mal olmuştur ve kural tanımayan bu insanlara tarih boyunca silahlı kuvvet zoruyla kanun ve nizam empoze edilebilmişti. Cihad ruhuna sahip bu göçer insanları çiftlik sahalarına ve şehirlere çekmeden pek fazla bir şeyin değişmeyeceğini söyleyebiliriz.”

İtalyanlar Senusi mukavemetinin kaynağını kurutmak üzere halkı sahil şehirlere yakın yerlerde kurdukları esir kamplarında toplamaya başladılar. Bir sürü insan ve hayvanın yollarda can vermesi umurlarında değildi. Baskı ve terörlerini gün geçtikçe artırdılar. Su kaynaklarını kuruttular, ormanlık alanları yaktılar, besi hayvanlarını telef ettiler. Aynı zamanda tank gibi modern silahların da devreye girmesi mücahidlerin durumlarını daha zorlaştırmıştı.

1929 yılına gelindiğinde durum şu vaziyette idi; sahildeki bütün şehirler ve Cebel-i Ahdar’ın kuzey tarafları İtalyanların sıkı kontrolü altındaydı. İtalyanlar bu tahkim edilmiş noktalar arasında hava filoları ile mekanize birlikleriyle ve özellikle sömürgeleri olan Eritre’den getirdikleri zavallı insanlardan oluşturdukları piyade askerleri ile sürekli devriye geziyorlardı. Artık gerillaya karşı onun usulüyle çarpışıyorlardı.

Senusi mukavemetinin belkemiğini oluşturan bedevilerin beklenmedik saldırılara, hava baskınlarına uğramadan bölgede dolaşmaları hemen hemen imkânsız gibiydi. Bir bedevi kampını keşfeden keşif uçakları çoğu zaman telsizle durumu en yakın İtalyan birliğine haber veriyor ve uçaklardan açılan makineli tüfek ateşi kamp sakinlerinin toparlanıp bir yere sığınmalarını önlerken, nereden çıktığı belli olmayan bir kaç zırhlı araç kampı kuşatıp, namlularını dosdoğru çadırlara, develere, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı gözetmeksizin insanlara çevirerek kampları yerle bir ediyorlardı. Bu katliamdan sonra sağ kalan canlılarsa sürüler halinde zırhlı araçların önüne katılıp kuzeye doğru, İtalyanların sahil yakınlarında kurdukları müstahkem toplama kamplarına götürülüyorlardı.

Buna rağmen direniş durmuyordu. General Mezzetti 1 Aralık 1928’de yazdığı raporunda şöyle diyor: “Bölgede siyasi ve askeri bir organizasyon gerçekleşmeden, Ömer Muhtar’ın siyasi ve askeri örgütünün çökertilmesi ve bölgenin kontrol altına alınması mümkün değildir.”


MÜTAREKE GÖRÜŞMELERİ

1929’da Valiliğe atanan Badoglio genel af ilan etti ve teslim olmayıp direnişe devam edecekleri kötü bir şekilde bastıracağını bildirdi. Öyle ki, Badoglio, “Berka Kasabı” namıyla anılır oldu. Ama ne halka karşı savurduğu tehditler, ne de af söylentisinin çok büyük bir tesiri görülmedi. Şubat-Mart 1929’da gerilla saldırıları daha da arttı. Ömer Muhtar, İtalyan güçlerinin yoğun bombardımanları altında büyük bir direniş sergiledi.

Fakat savaşa kısa bir süre ara verilmesi mücahidlerce de uygun olacaktı. Ömer Muhtar ve arkadaşları 13 Haziran’da vali yardımcısı Sciliani, 18 Haziranda Badoglio ve 28 Haziranda tekrar Sciliani ile Cebel’in değişik yerlerinde görüşmeler yaptılar.

İki aylık süren mütarekenin sadece bir oyalamadan ibaret olduğunu gören Sidi Ömer Muhtar, Ekim ayında mütarekeyi bozdu. Çatışmalar tekrar başladı. 8 Kasım 1929’da Mücahidler Bingazi’deki İtalyan karargâhına saldırı düzenlediler. Buradaki İtalyan birliğini tamamen ortadan kaldırıp, karargâhı havaya uçurdular. Bu ise sömürgeciler arasında büyük bir şaşkınlık doğurdu. Sonunda Mussolini duruma el attı ve harekâtın başına General Rodolfo Graziani getirildi.(10 Ocak 1930)

GRAZİANİ

Graziani sömürgelerde özel olarak yetiştirilmiş komutanların en tecrübeli ve en acımasız olanıydı. Gerçi tecrübesi de masum, yeterli silahlardan yoksun bir millete sökebiliyordu. Yoksa İkinci Dünya Savaşı sırasında Mısır üzerine yaptığı saldırı ve İngilizler karşısında ters yüz olduğunu belirtmek gerekir. Graziani insan hayatına değer vermeyen siyasetiyle Siri’deki İslami direnişin sona ermesinde başrolü oynamıştır.

Önce bir analiz yapan General, durumu şöyle özetlemekteydi: “Savaş hali kızışmıştır. Müslümanların kayıpları cüzidir. Ömer Muhtar yaralanmasına rağmen, hala yeni taktiklerle saldırılarını düzenlemektedir. Direniş Senusi kaynaklıdır. Bu hareket, bir grup veya bir şahsa indirgenemez. Gerektiğinde yeni kitle ve dipdiri başka bir liderle hareket devam edecektir.”

Bu analizleri yapan Graziani şu tedbirleri aldı:

1-Senusi tekkelerini kapattı, şeyhlerini yurt dışına sürdü, malvarlıklarına el koydu.

2-Halkın silahsızlandırmasına büyük ağırlık verdi, silah aramalarını arttırdı.
3-Seyyar mahkemeler kurdurup halka kan kusturdu. Bu mahkemelerin çoğu idam ile neticelendi.

4-Toplama kamplarını genişletti ve bütün bir ülkeyi abluka altına aldı. Kamplardaki yaşama koşulları tam bir vahşet örneğiydi. Bu kadar insanın dörtte birini bile doyuracak erzak yoktu. Esirler ve gasp edilen hayvanlar arasında ölüm oranı tüyler ürperticiydi.

5-Mısır hududunda 300 km’lik bir alanı dikenli tel örgülerle sardı.

6-Çöl yollarını uçak devriyeleriyle sürekli gözetim altında bulundurdu

7-İtalyan hükümetinin emrinde çalışan yerli memur ve askerleri hainlikle suçlayıp pasifize etti.

8-Mısırla olan her türlü ticareti yasakladı, Cebel-i Ahdar halkının ekonomisini kontrol altına aldı. Bütün bu tedbirlerden sonra Müslümanlara karşı ardı ardına birçok baskınlar ve saldırılar düzenlendi.

Baskınlar sürmesine rağmen Ömer Muhtar hala operasyonlarına devam ediyordu. 11 Nisan 1930’da El Faidiyye üzerinde büyük bir saldırı düzenleyen mücahidler İtalyanları unutamayacakları bir hezimete uğrattılar. Graziani bu hususta hatıralarında şunları kaydeder: “Bu hezimet bizim moralimizi bir hayli bozup kalplerimize büyük bir sıkıntı verdi. Buna karşılık bu yenilgimiz, mücahidlere büyük bir moral verip, maneviyatlarını bir hayli kuvvetlendirmişti. Bunun üzerine Ömer Muhtar mücahidlere hitaben şöyle seslenmişti. “Şayet Bingazi’den Cebel’ül Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.”

Graziani bunun üzerine 16 Haziran 1930’da bizzat koordine ettiği birliklerle(13.000 kişi) Fayed bölgesindeki Ömer Muhtar’ın üzerine yürüdü. Başaracağından o kadar emindi ki, Vali Badoglio’yu zaferini kutlamaya davet ediyordu. Fakat çok güçlü bir istihbarata sahip Ömer Muhtar, mücahid kuvvetlerini küçük gruplara ayırarak birbirinden uzak noktalara pusuya yerleştirdi. Sonuçta Müslümanlar çok az bir kayıp vererek Graziani’yi eli boş gönderdiler. (Not: Çöl Aslanı filminde de bu başarısız harekât yer almıştı. Dikkatli izleyenler hatırlayacaktır.)

Bu şok yenilgiden sonra Badoglio, Graziani’ye gönderdiği mektupta şöyle yazmaktaydı: “Şimdiye kadar Siri’de “uzun menzilli” diye adlandırdığınız, uzak noktalardan gelip bir hedefe hareket eden harekâtlarınız hep başarısız olmuştur. Ve mevcut şartlar değişmedikçe de her zaman başarısızlığa mahkûm kalacaktır. Çünkü bu son olaydaki yenilgi ilk olan yenilgi değildi. Halk ve sahradakiler, zaten güçlü bir istihbarata sahip direnişçilerle öyle bir iş birliği içindedirler ki, bizim attığımız adımdan anında haberdar olmaktadırlar. Ömer Muhtar’ın başarısını bu haber alma servisine bağlamak gerektir.”

Badoglio, düşmanı Ömer Muhtar’ın dehası için de şu itirafları yapmak zorunda kalmıştı: “Bu direniş bir kişinin omuzlarındadır. Ömer Muhtar, bu işi kimseye bırakmamaktadır. Birçok başlı durumlarda kıskançlık ve iç çekişmeye imkân olsa da, Ömer Muhtar’ın disiplinli dava arkadaşları buna fırsat bırakmıyorlar. Her zaman ve durumda, sözü emir sayılmaktaydı. Savaş aleyhine geliştiğinde, güçlü haber alma servisi sayesinde, savaşa ara veriyor. Bize gelen bilgileri dahi yönlendirebiliyor.”

HAREKÂTTA DÖNÜM NOKTASI: KUFRA’NIN DÜŞÜŞÜ

Graziani hem prestijini kurtarmak hem de mücahidlerin Mısır hududundan yardım almalarının önünü kesmek için seleflerinin yapamadığı bir işe karar verdi; Libya’nın güneyinde İtalyanların ulaşamadığı tek toprak parçası olan Kufra’yı işgal etmek…1930’un sonlarında yapılan hazırlıklardan sonra 1931 Ocak ayında çöl aşıldı ve Kufra düştü. İtalyanların burada yaptığı katliam, işkence ve tecavüzler dillere destandır. Graziani teslim olan halkın gözleri önünde Kur’an-ı Kerim’i paramparça edip, ayaklarının altında çiğneyerek “Haydi, çağırın da (hâşâ) bedevi peygamberiniz yardımınıza gelsin”demiş, ertesi günü şehrin ileri gelen uleması uçaklardan atılmış, vahadaki bütün hurma ağaçları kesilmiş, kuyular yakılmış, Mehdi Senusi’ye ait tarihi kütüphane alevlere teslim edilmiş ve insanların namusları kirletilmişti. İşte size hümanist maskesi altında Avrupa’nın zalim kâfirlerinin tipik bir misali. Şimdi mi? Kema kan…

Kufra’nın elden çıkmasıyla mücahidlerin elinde korunmasız Cebel’ül Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında her gün adım adım elden çıkıyor, yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember daralıyordu. Artık Cebeldeki savaşın son devresi başlamıştı…

Ömer Muhtar bu durumu 1931 Ocağının son günlerinde Mısır hududunu gizlice geçip, kendisiyle görüşen Muhammed Esed’e şöyle ifade etmişti: “Sen de görüyorsun ya evlat, gerçekten biz artık bize tanınan vadenin sonuna gelmişiz. Savaşıyoruz, çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve özgürlüğümüz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır’a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.”


ESİR DÜŞMESİ VE ŞEHADETİ

Ve 11 Eylül 1931…Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım mücahidîn Sılanta mevkiinde bulunan Resulullah(sav)’ın sahabelerinden Sidi Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı onun varlığını haber almıştı. Vadiyi her yönden saran kuvvetlerin oluşturduğu çemberi yarmanın imkânı yoktu. Mücahidler son nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda Seydi Ömer’in de atı vurulup yıkıldı ve onu yere düşürdü. Ama bu yetmişini geçkin ihtiyar aslan yılmadı, kendini toparlayıp tüfeğini ateşlemeye devam etti. Elinden yaralananınca tüfeği diğer eline aldı. Artık yapacak bir şey kalmayınca, askerler üzerine çullandılar ve onu esir ettiler. Önce Sûse’ye, sonra Bingazi’ye 60 km uzaklıktaki Suluk’a götürüldü. Burada İtalyan birliklerinin genel kumandanı Graziani’nin karşısına çıkartıldı. Bu görüşmede izzet-i İslamiyesi ile öyle harika cevaplar vermiştir ki, bu taş kalpli general onun hakkında şunları yazacaktır: “Odama girdiği andan çıkıp gittiği ana kadar onun vakar ve haysiyetine son derece hayranlıkla bakıp durdum. Onun tavır ve davranışlarını çok beğendim ve hayran kaldım.”

Graziani, hatıralarında Ömer Muhtar hakkında şunları demekten kendini alamaz; “Ömer Muhtar inancına, akidesine son derece bağlı bir adamdı. Onun bu inancına saldırmaya kalkışana kim olursa olsun büyük bir heyecan ve azimle karşı koyardı. O vatanına saldıranlara karşı da korkusuzca savaşıyordu. Vatanına yapılacak herhangi bir saldırıyı karşılıksız bırakmayı kabullenecek bir şahsiyet değildi.”

“O karşısındakine anında cevap verecek üstün bir zekâya sahipti. Aynı zamanda Ömer Muhtar ileri seviyede dini kültüre sahipti. Onun kesin tavırlı bir huyu vardı. O, dinine ait hiçbir şeyi ihmal etmeyecek ve dinini herhangi bir maddi menfaat karşılığında satmayacak üstün bir kişiliğe sahipti. Dünyevi hiçbir çıkar peşinde olmayan bir kişiydi. Üstelik hayli fakir bir adamdı. Din ve vatan sevgisinden başka hiçbir dünyevi şeye de malik değildi.”

“Ona canlı ve hazır bir zekâ bahşedilmişti. Dini konularda iyi bir eğitim görmüş, hareketli, mütevazı ama tavizsiz…”

Mücahidlerin teslim olması teklifini red eden Ömer Muhtar 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne şu tokadı savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun(Biz Allah’ın(kulları)yız. Ve sonunda ona dönücüleriz.”

Ertesi gün toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinde virdi zebandı… Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı yeşil dağlarına son bir kere daha baktı ve bir milleti yetim bırakarak ebed âlemine doğru kanatlandı. Yer Suluk çarşısı idi… Allah (cc) rahmet eylesin.(16.09.1931)

Son olarak, Muhammed Esed’in 1932’de Medine’de onun şehadetini haber aldığında ağzından dökülenleri nakledelim: “Ömer el Muhtar öldü ha… Şu Sireneyka aslanı, yetmiş şu kadar yaşına rağmen halkının özgürlüğü için yılmadan sonuna kadar savaşan Ömer el Muhtar öldü demek… On uzun yıl boyunca, on uzun ve çileli yıl boyunca en modern silahlarla donatılmış mekanize birliklerle, uçaklarla, topçu bataryalarıyla takviye edilmiş düşman ordularına, kendinden en az on kat daha kalabalık İtalyan kuvvetlerine karşı halkın umutsuz direnişine bayrak olan Ömer el Muhtar… Piyade tüfeklerinden ve birkaç attan başka bir şeyleri olmayan yarı aç mücahidlerinin başında kocaman bir esir kampına dönüştürülen bir ülkede son kurşununu sıkıncaya kadar umutsuz bir gerilla savaşı sürdüren koca Ömer el Muhtar…”

VE..ÖMER MUHTAR’A BİR ŞİİR

Libya vatan şairi Ahmed Refik el-Mehdevi’nin yazdığı bu şiir Ömer Muhtar’ın mezarının üzerindeki mermere hakkedilmiştir:

“Şehid Ömer Muhtar! Onun ününün doğuda-batıda ve bütün ruhlarda bir yüceliği vardır.
Cihadını kazanarak şehadete kavuştu, adını nesillerin yaşatacağı bir kahramandır o.
Arapların içinde ölümsüzleştirilecek bir kahraman, gençlerin kendisinin yaptıklarını yapacağı bir aslandır o.
Tarihte eşsiz olmaya ve adı darb-ı mesellere girmeye devam edecektir.
Erdemli insanların övülecek tek tarafları, yaptıklarının söylediklerini onaylamasıdır.
Şehid Ömer Muhtar yücelik bakımından bütün şerefleri ve umutları geride bırakacak bir inançla mücahid olarak yaşadı.
Şan, şeref ve paranın değiştirmediği savaşla ve ibadetle geçen yetmiş yıl..
Belalara ve zorbalıklara sabretti, musibetler onun cesaret gücünü zayıflatamadı.
Esir vatanının özgürlüğüne kendi canını feda etti, vücudunu zincirlere bağladı
Vatanın yaşaması için ruhunu feda eden kahramanın eşi benzeri yoktur.”

Not: Sizlerden ricam bu yazıyı okuduktan sonra Başta Sidi Ömer El Muhtar olmak üzere Senusi mücahidlerinin ruhlarına bir fatiha hediye etmenizdir.

Not:2:Bitirirken şunu da belirtmek isterim; Çöl Aslanı adlı filmde Ömer Muhtar’ı canlandıran Anthony Quinn yazdığı hatıralarında Ömer el Muhtar’ı silah kullanmaktan ve ata binmekten anlamayan bir hoca olarak göstermişti. 1915 doğumlu Quinn’in bu cehaletini yadırgadım doğrusu. Bir de, Mustafa Akkad’la beraber, siyah beyaz fotoğraflarını çektirip Kaddafi’ye Ömer Muhtar’ın orijinal fotoğrafları diye yutturmaları var ki, o da enteresan bir hadise… Bak: Tek Kişilik Tango-Anthony Quinn-Epsilon Yayınları

KAYNAKLAR

1-Ömer Muhtar-Doç. Dr. Ahmed Ağırakça-Beyan Yayınları-İst-1994
2-Mekke’ye Giden Yol-Muhammed Esed-İnsan Yayınları-İst-2000
3-Muhammed Senusi-Kadir Özköse-İnsan Yayınları-İst-2000
4-Libya Vatan Şairi Ahmed Refik el-Mehdevi-Dr. Nurettin Ceviz-Aktif Yayınları-Ankara-2005

Salih Okur / Cevaplar.org



0 Yorum

Yorum Yaz