GERÇEK ÇÖZÜMDEN KAÇANLAR

Yazar: Alparslan Kuytul Hocaefendi Tarih: 08 Şub 2016

Kıymetli kardeşlerim! Bildiğiniz gibi 7 Haziran seçimlerinden sonra iki polisin yatağında öldürülmesi ileri sürülerek büyük bir proje olan çözüm süreci bitirildi. Yapılması gereken olayın faillerini bulup cezalandırmak ve süreci devam ettirmek iken, Hükümet kaybettiği milliyetçi oyları kazanmak için süreci bitirmeyi daha uygun buldu.

Çözüm sürecini bitirdikleri zaman sonunun çok kötü olacağını söylemiştim ama birçokları beni yanlış anladılar. Bizim desteklediğimiz ve oy verdiğimiz bir parti olmadığı halde HDP’yi savunduğumuzu iddia edip iftiralar attılar. Hâlbuki Müslümanlar adaletten taraf olmak ve hakkı savunmak zorundadırlar. “Eğer çözüm sürecini bu şekilde birdenbire bitirirseniz yine cenazeler gelmeye başlar” demiştim. Maalesef dediğim oldu ve yine binlerce insanımız öldü. Suçsuz günahsız askerler, polisler, çocuklar, kadınlar, bir sürü gençler… Diğer taraftan ölenlere de sonuçta yine acımak lazım. O da bizim insanımız, o da bizim çocuğumuz. Onların da evine ateş düştü.

Bu meseleyi çözmek lazımdı. İki yıldan beri kimse ölmüyordu ve bir mesafe kat edilmişti, bu şekilde devam etseydi bir yere varılabilirdi. Şimdi Mardin, Diyarbakır, Şırnak ve Hakkâri bölgesi neredeyse Suriye gibi oldu. Üç yüz binden fazla insan göç etti. Bölgenin ekonomisi çöktü. Dükkânlar açılmaz, açılsa da siftah edilmez oldu. Memurlar o bölgede çalışmak istemez hale geldi. Hatta devlet kendi memurunu bölgeyi terk etmeye çağırdı. “Sonuna kadar savaşacağız, bitireceğiz, bunların kökünü kurutacağız” denildi. Ve işte bugün bu noktaya gelindi. 
Böyle olmamalıydı. Projede yanlışlar varsa projeyi düzeltirsiniz ama bu şekilde birdenbire savaşı başlatırsanız hem iç savaşın fitilini ateşlemiş olur hem de daha sonra çözüm sürecini tekrar başlatmak istediğinizde inandırıcılığınızı kaybedersiniz.

Hükümet, baştan beri işleri kolay zannediyor; Irak meselesinde de öyle zannetti. Amerika Irak’a girecek, 3 günde Saddam Hüseyin’i halledecek, demokrasi ve barış getirecek sonra gidecek. Öyle mi oldu? Suriye’de de öyle zannettiler. Kısa zamanda halk sokağa dökülecek, Amerika yardım edecek ve Beşşar Esed hemen kaçıp gidecek sandılar. Hatta Cumhurbaşkanı “kısa bir zaman sonra Şam’da Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacağız” diyordu. 5 sene geçti üzerinden, Suriye bitti hâlâ Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacaklar! 
Çok kısa sürede başarılı olacaklarını düşünüyorlar, aldanıyorlar. Bu olaylarda da aynı tavır; “Ev ev, mahalle mahalle gireceğiz, temizleyeceğiz” diyorlar. Hiç zannetmiyorum bu meselenin bu şekilde hallolacağını. Daha da büyüyecek gibi görünüyor… Kayıplar her gün artıyor. Öldürülen PKK’lı sayısı her gün gururla açıklanırken, güvenlik görevlisi (asker, polis, korucu) ve sivil kayıpların (kadın, çocuk, yaşlı ve yanlışlıkla öldürülen herkes) toplam sayısı açıklanmıyor.

Hatırlarsanız Rus uçağı düşürüldüğü zaman; “Rusya bunun intikamını alırken mutlaka silahlı bütün örgütleri; sol örgütlerin hepsini destekleyecektir” demiştim. Bir iki gün evvel Başbakan; “Rusya PKK’yı keşfetti” dedi. Rusya PKK’yı yeni keşfetmedi, siz Rusya’yı yeni keşfettiniz. Rusya’nın bütün silahlı örgütleri destekleyebileceğini düşünemediniz. Uçak düşürürken nelerle karşı karşıya kalacağınızı düşünemediniz. Devlet hesapsız kitapsız idare ediliyor, millete zarar veriliyor. Rusya, NATO’nun hava sahasını bugüne kadar kaç defa ihlal etmiş olduğu halde kimse Rus uçağını düşürmedi. Hükümet iç politikada kabadayılığa alışınca aynısını dış politikada da yapabileceğini zannetti. Dış politikada kabadayılık sökmez.

3000’den fazla kişi öldürmekle övünüyorlar. Bu arada kaç tane sivil öldü, kaç tane kadın- çocuk öldü. Türkiye İnsan Hakları Vakfı hazırladığı raporda; halktan 124 sivil, yaşlı, kadın, çocuk öldüğünü açıkladı. Bunlar o ana kadar olup da sadece bilinenler. Bunlar insan… Tankla topla girerseniz olacağı bu. Ne kadar güzel davranmayı tembih ederseniz edin bu kadar güvenlik güçlerinin hepsini kontrol edemezsiniz. Biri güzel davransa diğeri davranmaz. 3000-4000 kişi ölünce bu mesele bitecek mi? Dağlarda daha binlercesi var ve o ölenlerin akrabaları, kardeşleri, kuzenleri yarın dağa çıkmayacak mı zannediyorsunuz? Dağda 10 bin kişi varsa belki yarın 20 bine çıkacak. 20 bin varsa belki yarın 40 bine çıkacak. Bu iş böyle bitmez. Durduk yere çözüm sürecini bitirirseniz, seçimi kaybedince savaş başlatırsanız işte böyle olur. Siz seçimi kazandıktan sonra mücadeleyi ya da savaşı bırakmayı düşünürsünüz; ama onlar bırakacak mı acaba? 
Bu sürdürülebilir bir durum değil. Her gün mü sokağa çıkma yasağı olacak? Bu ne zamana kadar böyle gidecek? Bu olaylar 30- 35 yıldır var. Hiçbir zaman şehirlerin boşaltıldığını duydunuz, gördünüz mü? Hiçbir zaman devletin kendi memurlarını geri çektiğini, orayı boşaltın dediğini duydunuz, gördünüz mü? Terörist dediklerinizin birçoğunun yaşı 15-16… Bunları kazanmak mümkündü.

Hükümet ve devlet unutmamalıdır ki ne kadar öldürürlerse o kadar Kürtlerle Türkler arasında toplumsal kopuşu hızlandırırlar. Ne kadar öldürürlerse o kadar terörü artırırlar. Ne kadar öldürürlerse o kadar sorunu büyütürler. Olaylar büyüdükçe bölge halkı bir süre sonra sadece örgütü değil devleti de suçlamaya başlar.

Hükümet, güvenliği ve birlik beraberliği sağlayacağız diye özgürlükleri ve adaleti ayaklar altına almamalıdır. Birçok insan hakları ihlal edilirken elbette akademisyen olanlar da olmayanlar da eleştirilerde bulunacaklardır. Hükümet cephesinde bu eleştirilere karşı zerre kadar tahammül kalmamış görünüyor. Her türlü eleştiri vatana ihanet gibi değerlendirilebilmektedir. Hâlbuki örnek aldıkları birçok batılı devlette de devlet ve hükümet politikaları aydınlar tarafından eleştirilmektedir. Eleştirilerde tarafgirlik var ve adalet yoksa bu yönden tenkit edilebilir. Ancak her tenkit edenin susturulmaya çalışılması, hain ilan edilmesi ancak diktatörlüklerde olur ve bu durum kabul edilemez. Elbette hükümet ve politikaları eleştirilecektir çünkü onlar iktidardadır ve her şeye onlar karar vermektedir. İktidar ve kararları eleştirilmeyecek de muhalefet mi eleştirilecek?

Geçmişte laiklerin; “başörtüsü kamusal alanda olamaz, özel hayatta olabilir” demeleri gibi şimdi de aynı güçler ve hükümet; “Kürtçe kamusal alanda olamaz, özel kurumlarda olabilir” demektedirler. “Tek vatan, tek bayrak, tek dil” deyip durmaktadırlar. Vatanın ve bayrağın tek olduğu belli ise de dilin tek olması 15-20 milyon Kürdün ve birkaç milyon Arap’ın yaşadığı 80 milyonluk Türkiye’de ne kadar mantıklıdır? Mesela kaybettiğimiz toprakları geri alsak ve Osmanlı döneminde olduğu gibi üç kıtaya hükmetsek yine “tek dil” mi diyeceğiz? Bu, ne büyük devlet bakışı ne de İslami bir bakıştır. Hükümet laiklerin ve derin güçlerin bakışından kendini kurtarmalıdır. 8 milyonluk İsrail’de bile 2 tane resmî dil vardır.

Başlatılan savaş ile AKP bu sorunun çözümünde aktör olmaktan yavaş yavaş çıkmaktadır. Ayrıca AKP bu tavrı ile bölgenin solcu insanlarının İslam’dan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Öyle görünüyor ki derin güçler AKP’nin başlattığı çözüm sürecini yine AKP’ye bitirtmek istiyor. AKP döneminde rahata eren ve pasifleşen cemaatleri AKP eliyle bitirmek istedikleri gibi… Yani derin güçler her zamanki stratejilerini uygulamaya devam etmektedirler.

Olayların bu hale gelmesinin perde arkasında bazı güçlerin Türkiye halkına üst kimlik olarak Türklüğü dayatması yatmaktadır. Hâlbuki hiçbir ırk, üst kimlik olamaz, ille de olması istenirse mutlaka buna tepki olarak karşı ırkçı hareketler zuhur eder. Halkımız Müslüman olduğuna göre bizim üst kimliğimiz olsa olsa İslam olur. 90 yıldır devlet politikaları bunu dikkate alarak oluşturulsaydı bu sorunla karşılaşılmazdı.

Diğer taraftan örgütün sürdürdüğü silahlı mücadelenin ve HDP’li belediyelerin ilan ettiği özyönetim veya özerklik gibi sözlerin sorunu büyüttüğünü de ifade etmek adaletli bir bakışın gereğidir. Bunlar sorunu büyütmekle kalmamış, şiddet taraftarlarının gözünde şiddetin haklı görünmesine sebep olmuştur.
Bana öyle geliyor ki Türkiye bu yanlış politikalar yüzünden çok bedel ödeyecek. Bu iş çok büyüyecek. Eskisinden daha beter olacak. Yanlış politikalarla bugüne kadar Irak’a zarar verdik, sonra Suriye’ye zarar verdik. Şimdi sıra Türkiye’ye geldi. 
Türkiye Hükümeti, Suriye, Mısır, Irak, İran ve sonunda Rusya ile ilişkilerini bozmuşken bunlar yetmiyormuş gibi bir de iç problemini büyüttükçe büyütmektedir. Türkiye bütün cephelerde aynı anda mücadele veremez. Bazı cephelerin kapatılması ve ilişkilerin düzeltilmesi şarttır.

Bu memlekette bu olaylardan ötürü 30-35 yıldır 40 bin civarında insan öldü. Ayrıca maddi olarak yüzlerce milyar dolar zararımız var. Ben tüm partilere ve özellikle de Parlamentodaki dört partiye Kur’an’ın emrini hatırlattım. Kur’an-ı Kerim Müslümanlara şöyle buyuruyor; “Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bir meselede anlaşmazlığa düşerseniz, artık o meseleyi Allah’a ve Rasulü’ne götürün. Bu daha hayırlıdır ve sonuç itibari ile daha güzeldir.”1 Bütün partiler Müslüman olduklarını söylediklerine göre bu meseleyi Kur’an’a ve sünnete götürmeli, Allah Celle Celaluhu ve Rasulü’nün hükmüne razı olmalıdırlar. Allah Celle Celaluhu; Türk’ün de, Kürt’ün de, Arap’ın da, İngiliz’in de, Fransız’ın da Allah’ıdır, kimseye haksızlık yapmaz. Çözüm aramıyorlar mı? 40 bin insanımız öldü, nasıl çözeceğiz diye düşünmüyorlar mı? Ben de Kur’anî bir çözüm olarak dedim ki; “Herkes söz versin; Kur’an ve sünnet ne diyorsa ona razıyız desinler ve Türkiye dışından tarafsız âlimlere başvursunlar, bunlar şunları istiyorlar, İslam’a göre bunları vermemiz gerekir mi, gerekmez mi? İslam ne diyor? Âlimler, İslam’ın görüşünü açıklasınlar ve ondan sonra hangi hakların verilmesi gerekiyorsa onlar verilsin. Müslüman olanlar buna razı olsun, razı olmayanların da gerçek yüzü ortaya çıksın. Çünkü halkımız Müslümandır. Yeter ki devlet Allah’ın verdiği hakları versin, örgüt de Allah Celle Celaluhu’nun verdiğine razı olsun. Artık insanlarımız ölmesin, mesele bitsin. Silahlar sussun, kardeşlik olsun. Maddî ve manevî kalkınma gerçekleşsin.” Ama hiç kimseden cevap yok. Allah ve Rasulü’nün hükmüne güvenmiyorlar mı? Sözde herkes Müslüman… Kur’an buyuruyor ki: “Onlara; Allah’a ve Rasulü’ne gelin denildiği zaman, o münafıkların senden kaçtığını görürsün.”2

1- Nisa, 59
2- Nisa, 61

Paylaş:  
Alparslan Kuytul Hocaefendi
Alparslan Kuytul Hocaefendi
Alparslan Kuytul Hocaefendi 1965 yılında Adana’da dünyaya geldi Ailesi ve çevresinden aldığı dini eğitim ve terbiye ile İslam’ı seven bir çocuk olarak yetişti Henüz ortaokul tahsili esnasında dinini öğrenme ve anlatma gayreti içerisindeydi Lise yıllarına geldiğinde milletinin içerisinde bulunduğu durumu onu daha çok çalışmaya ve İslam’ı tebliğ etmeye yöneltti Yaptığı ...
Yazar Sayfasına Git