Örneklik Vasfını Yitirmek

Yazar: Dr. Murat GÜLNAR Tarih: 26 Tem 2017

Bir din, bir inanç fiili kuvvetlerle bir beldeye, bir topluma girebilir ancak halk tarafından benimsenmesi, orada yayılabilmesi ve asırlarca tutunabilmesi ne ile mümkündür? Elbette ki bu sorunun cevabı birden fazladır…

Böyle bir soruya verilecek olan cevapların içinde en çarpıcı olanı ve en başa yazılması gerekeni o inancın sağlamlığı ile alakalıdır. Bir inanç her yönüyle ne kadar mükemmel ise, ne kadar pratik hayatın içindeki sorunlara cevap bulabiliyorsa, ne kadar fıtrata uygunsa ve ne kadar gerçekçi ise o kadar benimsenir, yayılır ve asırlarca kendini muhafazaya devam eder. Ancak tek başına bu yeterli midir? Bunun yanı başına ikinci önemli maddeyi koymamız gerekmektedir. O da, bu inanca mensup kişilerin varlığıdır. Bu kişiler sağlam olan inançlarına ne kadar bağlı ise, pratikte bu inancın örnekliğini ne kadar yansıtabiliyorlarsa bu inanç hem toplumlarca benimsenecek hem de kalıcı olabilecektir. Bu iki unsur hak dava için de batıl dava için de söz konusudur. Bazen inanç bâtıl bile olsa onu pratikte yaşayanlar, uğruna fedakârlık yapanlar, toplumları etkileyecek davranışlara imza atanlar tarafından mevcudiyetini devam ettirebilmektedir.

Tüm bu etkenler ışığında İslam’a ve Müslümanların gidişatına, hassaten de bugünkü durumumuza bir göz atalım. Kur’an’a baktığımızda İslam’ın son ve en mükemmel şekliyle gönderildiğini görmekteyiz. “…Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak “İslam’ı” seçtim…”1 Gerek Kur’an ve gerekse onun hükümlerini beyan etme yönünden bütünleyicisi olan Sünnet günümüze kadar sahih bir şekilde gelmiş, Din’in sâfiyeti Allah Azze ve Celle’nin izniyle korunmuştur. Din’in ilk müntesipleri olan Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve O’nun ilk talebeleri Ashab-ı Güzin tarafından en güzel örneklikle sunulan İslamiyet, gittiği her yeri aydınlatmış, yaşandığı toplumları hak ve adaletle asırlarca ayakta tutmuştur. İspanya’ya azatlı köle Tarık b. Ziyad komutasında giren İslam ordusu, orada 6-7 asır sürecek olan Endülüs Emevi Devleti’nin temellerini atmış, oraya medeniyeti götürmüştü. Tarihteki her bir İslam devleti ve toplumu için aynı şeyleri söyleyebiliriz: Ne zaman ki bu ekmel dinin müntesipleri dini tamamıyla yaşamış, güzel örneklik sergilemişlerse bu, dine olan teveccühleri daha da arttırmış, Müslüman olmayan toplumların dahi takdirini kazanmışlardır. Ancak ne zaman Müslüman şahsiyetini bir tarafa bırakıp, kendi heva ve heveslerinin esiri olmuşlarsa o zaman da hem dünyevi kuvvetlerini kaybetmişler hem de toplumların gözünden düşmüşlerdir. Müslümanların bugün içinde bulunduğu en önemli çıkmazlardan birisi, içinde bulunduğu çağa örnek bir model (gerek fertler gerekse toplum ve devlet bazında) sunamamasıdır. Sunulan örnekler hep tarihte kalmıştır. Din evrenseldir, kıyamete kadar bâkidir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Ancak Müslümanların bu evrensellik konusunda çok gerilerde kaldığını itiraf etmemiz gerekir. Yani eksiklik (hâşâ) dinin kendisinde değil dini yaşaması gereken, içinde bulunduğu her ortamda dinin emir ve gereklerine göre örnek bir şahsiyet ortaya koyması gereken Müslümanlardadır.

Yusuf İslam’ın (Cat Stevens) şu sözü bu anlamda ne kadar acı vericidir: “Kur’an’ı tanımadan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım.” Bir buçuk yıl süren Kur’an okuma ve araştırmadan sonra Müslüman olmuş ve hayatını değiştirmiş olan bir insanın bakış açısıyla durumumuz bundan ibarettir. Demek ki bağlı olduğumuz din mükemmel olsa da (ki öyledir), bu dini eksik temsil ettiğimizde insanlar davetimize icabet etmeyecektir. Herkes yaşadığı yerde İslam’ın kazandırdığı şahsiyeti muhafaza etseydi, adeta yürüyen bir Kur’an gibi en güzel örnek olan Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e hayatını benzetseydi belki çok konuşmasına, edebiyat yapmasına gerek kalmadan en güzel tebliği hâl ile yapacaktı. Yaşantıda gösterilen örneklik her zaman, konuşmadan, yazıdan daha etkili olmaktadır. Birçok insan bâtıl ideoloji sahiplerinden öne çıkan isimlerin gerçekte felsefesine, dini inanışına vakıf değildir ancak onun bu inanç uğruna yaptıklarına şahit oldukları için etkilenmektedirler. Dünya Müslümanlarının dağınık olmaları, şahsiyet sorunu yaşamaları, yaşadıkları toplumda hassasiyetlerini kaybetmeleri İslam düşmanlarının da işini kolaylaştırmakta, Müslümanları kötü göstermeleri için malzeme olmaktadır. Hele bir de İslam adına ortaya çıkıp terör eylemleri yapanlar, yaptıklarıyla İslam fıkhının dışına çıkanlar hâkim güçlerin elini Müslümanlar aleyhine daha da güçlendirmektedir.

İçinde yaşadığı toplumda İslam ahlakının güzelliklerini sergileyemeyen, dini sadece bazı şekilsel ritüellere indirgeyen büyük bir kalabalık kitle var. Bu Müslüman kitle her geçen gün özünden, iç dinamiklerinden kopmakta ve kimliğini muhafaza etmekte zorlanmaktadır. Üniversite yıllarında farklı cemaatlerden arkadaşlarımızın kaldıkları evlere uğrar, bazen beraber ders çalışırdık. Bunların büyük bir kısmı radikal camiadan arkadaşlarımızdı. Evlerinde elektrik kullanımından bir gün söz edilirken, “Elektriği Keban’a bağladık” sözünü işitmiş, başlangıçta anlamamıştım. Sonradan gördüm ki aslında mesele sadece elektriği kaçak kullanmakla alakalı da değil, bu bir bakış açısına, bir ahlaka dönüşmüştü. Bu durum beni rahatsız etmişti, tamam İslam ahkâmı yürürlükte değil, daru’l harp mi, daru’l İslam mı tartışmaları yapılıyor ama böylesi bir davranış bana aldatma gibi gelmişti, Müslüman ahlâkıyla bağdaştıramamıştım. Bu konuyu Muhterem Hocamıza bir sohbet ortamında sorduğumuzda bunun çok yanlış olduğunu, İslam ahlakıyla bağdaşmayacağını, ayrıca bu tür bir uygulamanın elektriği kullanan ve vergisini veren diğer vatandaşların hakkına girmek olduğunu uzunca anlatmış ve bizi rahatlatmıştı. Maalesef Müslümanlar arasında “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” anlayışı hâkimdi, o günlerde sistemle kavgalı olduğunu söyleyenlerin en temel argümanı bu ve benzeri sözlerdi.

Müslümanlar, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in peygamberliğinden önce bile en temel vasfının “Eminlik” (El-Emin) olduğunu söylerler, bunun üzerinde dersler yaparlar ama bu davranışı temsilde çok eksik kalırlar. Sözleştiği genci üç gün bekleyen Rasulullah’ı anlatırlar da insanlarla sözleştiklerinde unutuverirler. Daha Hudeybiye Anlaşması’nın bugünkü tabirle ıslak imzaları atılmadığı halde, en kritik bir zamanda (bir Müslüman’ın müşriklere geri iadesi gibi önemli bir konuda) konuştuklarına sadık kalan Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i ağlayarak anlatırlar fakat O’nun bu dürüstlüğünü yaşantılarına aksettirmezler. İslam’ın bize kazandırdığı şahsiyeti, dini yaşamadaki hassasiyetlerimizi muhafaza etmekte zorlanıyoruz. Muhterem Hocamızla yurtdışındaki kardeşlerimizi ziyaret etmiştik. Hocamız orada her yemek sırasında eğer yemekte et varsa nereden alındığını, ne eti olduğunu ve İslamî usullere göre kesilip kesilmediğini soruyordu. Hatta konferanslarında bu konu sorulduğunda uzun uzadıya anlatmıştı. Orada gözlemimiz, maalesef yurt dışında yaşayan Müslümanların bu konulara fazla dikkat etmediği yönünde olmuştu. Danimarka’daki kardeşler etin Almanya’dan geldiğini, Almanya’daki kardeşlerin de Polonya’dan geldiğini söylediklerini hatırlıyorum. Kesim yerleri ne kadar gidilip görüldü, ne kadar İslamî usullere göre kesim yapılıyor tam manasıyla bilen de yok, yeterince araştırma gereği duyan da. Türkiye’de yaşayan bizlerin bu konuyu burada fazla irdelememesi halkın çoğunun Müslüman olmasından ve böyle bir tehlikenin burada çok fazla görülmemesindendir. Ancak çoğunluğunu gayri Müslimlerin oluşturduğu Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların bu konulara daha fazla dikkat etmeleri hem kendileri hem çocukları açısından daha fazla önem arz etmektedir. Hatta oradaki çalışma şartlarına bakıldığında çoğu Müslüman’ın hiçbir iş yapmadan işsizlik maaşı almaları, bununla beraber resmiyette göstermedikleri yan işler yaparak içinde yaşadıkları topluma dürüst olmamaları hep İslamî şahsiyet kaybının sonuçlarıdır. Elbette bunun temelinde yurt dışına giden ailelerin İslam toplumlarından giderken yeterli İslamî bilgi ve donanıma sahip olmamaları, orada sadece çalışmaya ve o topluma adaptasyona odaklanmaları bunun sonucunda da yeni nesli iyi yetiştirememeleri yatmaktadır. Bu sadece yurt dışının problemi değil tüm Müslüman toplumların problemidir. İslamî şahsiyetimizi evde, iş yerinde, okulda ve kısacası toplumun tüm kesimlerinde gösterebilmek, insanları İslamî yaşantıyla etkileyebilmek gerekmektedir.

Son olarak, bir yönüyle Müslüman toplumlar olarak üzerinde durup, düşünmemiz gereken bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. George Washington Üniversitesi’nden iki akademisyen (S. Rehman ve H. Askari), çoğunluğu İslam İşbirliği Teşkilatına (İİT) üye ülkelerden oluşan 208 ülkede, İslamîlik endeksini araştırdılar. 12 maddeden oluşan kriterle bu ülkelerin İslami öğretilerle temellenen politikalar izleyip izlemedikleri sorusuna cevap aradılar. İki akademisyen, İslam dinine bağlılığın ekonomik, siyasi ve sosyal davranışı nasıl etkileyebileceği sorusunu araştırarak işe başladılar. Konuyla ilgili Kur’an ayetlerini ve Hz. Peygamber’in yaşamı, uygulamaları ve sözlerini İslami öğretilere bağlılığın referansı olarak kabul ettiler. Çeşitli göstergelerin kullanıldığı ekonomi, hukuk ve yönetim, insan hakları/siyasi haklar ve uluslar arası ilişkilerden oluşan İslamîlik Endeksi oluşturdular. Kur’an-ı Kerim’de yer alan tavsiye, ideal ve değerlere göre bir ülkede iyi işleyen kurumlar bulunması, ülkeyi yönetenlerin de halkla aynı şekilde kanunlara ve kurallara uyuyor olması, toplumun siyasi ve ekonomik özgürlük temelleri üzerine inşa edilmiş olması, toplum temellerinin oturduğu prensiplerin de ekonomik gelişmeye olanak sağlaması gerekiyor. Bu endekse göre ülkeleri sıraladılar. İşin ilginç tarafı 12 maddeden oluşan kriterler dikkate alındığında oluşan sıralamanın ilk 10’u içerisinde hiçbir İslam ülkesi yok. 2015 yılında yayınlanan raporda ilk 10 ülke: Hollanda, İsveç, İsviçre, Yeni Zelanda, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg, Avusturalya, Kanada şeklinde sıralanıyor. Listenin ilk 10 sırasında halkı Müslüman veya adında yahut anayasasında İslam yazan hiçbir ülke yer almazken, İslam’la bir bağı olmayan devletlerin üst sıralarda çıkması son derece şaşırtıcı. Rapora göre Suudi Arabistan listede 59. sırada yer alırken Türkiye 65. sırada!

Elbette ki bu araştırma her şeyi kapsar demesek de Müslüman toplumlar olarak dikkate alınması gereken bazı uyarılar içeriyor kanaatindeyiz. Rabbim inancını pratik hayatında örnekleyen, bu vasfı yitirmeyenlerden eylesin. Âmin.

Kaynak


1) Mâide, 3.

2) http://www.yenisoz.com.tr/islam-ulkeleri-musluman-cikmadi-haber-19532

Paylaş:  
Dr. Murat GÜLNAR
Dr. Murat GÜLNAR
Murat Gülnar 1974 Adana doğumlu olup aslen Elazığ’lıdır İlköğrenimini Dervişler İlkokulunda ortaöğrenimini Ömer Refika Halıcılar ortaokulunda lise öğreniminide Karşıyaka lisesinde tamamladı 1994 yılında başladığı Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinden 2000 yılında mezun oldu 2004-2008 yılları arasında Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Aile Hekimliği Asistanlığı yaptı Halen aktif olarak Aile Hekimliği yapmaktadırYayın ...
Yazar Sayfasına Git